“… İşte içinize kavuştunuz, onu dış yaşantınıza mal ettiniz.
Sadaka verdiniz. Sınıflaşma yarasına merhem oldunuz. Güçsüzleri korumadan
yasaların işe yaramadığını anladınız. Güzel, şimdi evinize dönün ve
kullanmadığınız için kendi kendine çürüyen ama aslında başkalarının ihtiyacı
olan eşyalarınıza gözlerinizi dikin. Şimdi milyonları olanlara değil
olmayanlara bakıyorsunuz. Gördünüz mü ne kadar zenginsiniz. Bu zenginliği kime
mi vereceksiniz? Kimseyi bulamıyor musunuz? O zaman kımıldayın, hareket edin,
bana kadar gelin, işte adresler.
Böyle böyle çoğaltın
söyleyeceklerimi. Ve böyle öyle bunları yapmadığınız sürece söyleyin nereye
kadar yaşar, nereye varırsınız? Suyu kurumuş bir göl yatağında nereye kadar
yürüyebilirsiniz? Kitapları yanıp kömür olmuş bir kitaplıkta yepyeni
elbiseleriniz, kravatınız, boyalı ayakkabılarınızla ne işiniz var?”
Bu güzel ve anlamlı satırlar Cahit Zarifoğlu’na ait. ‘Yaşamak’
adlı eserinde kaleme almış bu satırları. Aslında bugün sizlerle paylaşmak
istediklerimi anlatmak için başlangıç noktamı bu satırlar belirledi. Anlatmak istediğim
o kadar çok şey var ki bu konuda nereden başlayacağımı bilemez bir haldeyken
adeta rehber oldu bu satırlar bana.
Son zamanlarda özellikle sosyal medyada karşınıza sıkça
çıkan bir kavram oldu; minimalizm… Ben
de sık sık görüyor, merak ediyor, izliyor, okuyordum. Gündelik hayata yansıması
“hayatı sadeleştirmek” şeklinde olan bir kavram… Gerçekten de sade bir hayatı
işaret ediyor, ama her şeyiyle sadelikten bahsediyorum. Yeme içmenizden, kıyafetlerinize,
alışkanlıklarınızdan, çevrenizdeki insanlara, izlediklerinize, okuduklarınıza
kadar her şeyden.
Bir araştırma sürecinden sonra uzun süredir ihtiyacım olan
şeyin bu olduğuna kadar verdim ve ben de sadeleşmek istedim. Böyle deyince komik gelebilir ama etkilerini
görünce keyif alacağınızı garanti ediyorum.
Peki ben ne yapıyorum, nasıl yaşıyorum. Minimalizmin bendeki
yansıması nasıl oldu, oluyor, olacak?
İş stresi, yoğun mesailer, hayatın zorlukları derken insan
kendine zaman ayıramıyor, bu da mutsuzluğu beraberinde getiriyor. Nefessiz kalmış hissediyorsunuz ve yaşam
alanınız, kendinize ait zamanınız olmadığını görüyorsunuz. Tüm hayatınız
başkaları için bir şeyler yapmakla geçiyor. İyi görünmek için güzel bir gardıroba
sahip olmalı, saygı görmek için başarılı olmalı, patronun gözüne girmek için
işbitirici olmalı, daha çok çalışmalı vs.
Hepimiz aslında ne istediğimizi sorgulayamaz
hale geldik. Bu da ister istemez kendimizi kanıtlama ihtiyacı doğuruyor bizde. İşte bu noktada da tüketim kültürü bize renkli
dünyasının kapılarını ardına kadar açıyor. Ve show başlıyor…
SOSYAL MEDYA
Son zamanlarda akşam işten gelip, koltuğa kendimi atıp,
kıyafetlerimi bile çıkarmadan telefonu elime alıp önce instagrama, sonra
snapchate, sonra facebooka bakıp, sonra snapchati yenileyip yeni snaplarin
atıldığını fark edip onları izliyor, sonra instagrama tekrar dönüp sayfayı
yenileyince yeni fotoğrafların paylaşıldığını görüyor, zamanımı bu şekilde kısır
bir döngü içerisinde geçiriyordum. Akşam dokuzda geliyor, abartısız on ikiye
kadar kıyafetlerimi bile çıkarmadan bu şekilde bakınıp, sonra gözlerimdeki
yanmaya daha fazla karşı koyamayıp, üstümü değiştirip, yüzümü yıkayıp yatağa
kendimi zor atıyordum. Ve sabah yine aynı rutine başlıyordum. Aylardır başucumda
duran aynı kitabı hala bitirememiş olmanın rahatsızlığını duymama rağmen
telefonumu başucumdaki o kitabın üzerine koyup videoları izliyordum. Bununla da kalsa iyi, boş vakitlerimde dışarı çıktığımda
arkadaşlarım ve erkek arkadaşımı dekor veya fotoğrafçı olarak kullanmaktan
başka bir şey yapmayıp, çağımızın hastalığı “söz konusu yemeğin fotoğrafını
instagrama yüklemekse, gerisi teferruattır.” na kapılıp, yaptığım şeylerden zevk almayı
değil onları sergilemeyi önemsemeye başlamıştım.
Bunları okurken “sen de abartmışsın yani ben o kadar
bağımlısı değilim.” dediğinizi duyar gibiyim. Ben de kullanırken bunları yaptığımı kabul etmiyor,
bir yanlışlık görmüyordum. Ama sadece bir dakikanızı ayırarak düşünmenizi
istiyorum.
Artık hangimiz paylaşmayacağımız fotoğraflar çekiyoruz? Yani sadece
bizde anı olarak kalması için? Ya da hangimiz mekanda utana sıkıla içtiğimiz
kahvenin fotoğrafını çekmeye çalışmıyoruz ki? Hangimiz gittiğimiz mekanlardan
yer bildirimi yapmayı sevmedik ki? Hangimiz bir kitap bir kahvenin o duruşunun
büyüsüne kapılıp, minnoş paylaşımlar yapmadık ki? Ben büyük bir dürüstlükle
itiraf ediyorum; bunları yaptım, yaparken de zevk aldım yalan yok. Ama şunu
fark ettiğim an (ki epey geç olmuş, harcadığım zamana hala üzülüyorum.) koşarak
uzaklaştım oradan. Yaptıklarımın, paylaşımlarımın hiçbiri benim
için değilmiş ki! Sadece beyninizin popüler kültür ile el ele verip size
oynadığı bir oyunmuş aslında. Şimdi tüketim kültürü falan deyip son dönemlerin
klişe ağızlarına gireceğim ama olay tam da bu aslında!
Benim minimalizm maceramın en güçlü ve beni tatmin eden
ayağı hiç şüphesiz sosyal medyayı hayatımdan çıkarmamdı. Yakından tanıyanlar
iyi bilir özellikle instagram konusunda hastalıklı bir hal almıştım. Çocukluğumdan
beri yazmayı, paylaşmayı hep sevdim. Bu düşünceyle de yaptığım paylaşımların
çokluğu beni rahatsız etmiyordu. Ne vardı yani instagramımda 600 küsür tane
fotoğrafım varsa, tanımadığım 1000 kişiyi takip ediyorsam ne olmuş yani! Ama mevzu
o kadar basit değilmiş! Halbuki işte tam da burada yaptığım gibi yazıyorum ve paylaşıyorum. Kaç kişinin okuduğu, kaç kişini likeladığını umursamadan sadece yazıyorum. Beni mutlu eden buysa ne gerek var o kadar mesaiye...
Bir akşam erkek
arkadaşımla arabada hiçbir şey yok, giderken birden ben kapatıyorum deyip, tüm
sosyal medya hesaplarımı kapatmaya karar verdim ve kapattım. Emir’in yüzündeki şaşkınlığı hala hatırlıyorum şimdi bunu böyle çok önemli
bir şeymiş gibi anlatıyor olmam size komik gelebilir ama bunun önemini Emir’e
sormak lazım, en iyi o anlatır bence.
O ki ; sosyal medyayla pek arası
olmayan, anlarını paylaşmaktan hiç hoşlanmayan biri olarak , beni ne kadar sevdiğini;
benim sosyal medya bağımlılığıma gösterdiği sabır ile kanıtladı.
Şaka bir yana telefonlarımızın ekranlarından gördüğümüz
hayatlar bizi sanal bir gerçekliğe hapsediyor ve o standartları
yakalayamadığımızda mutsuz oluyoruz. Kendi gerçeklerimizle mutlu olmayı
unutturdular bize. Çok dramatik oldu ama hakikaten öyle. Şimdi vereceğim örneği, genç hemcinslerim
eminim ki yaşıyordur. Youtube, bence sosyal medyanın en sinsi canavarı oldu. Bedava
bir üyelik ile açtıkları kanallar üzerinden aldıkları, giydikleri, yüzlerine
sürdükleri şeyleri paylaşan kız arkadaşlar bir süre sonra sponsorluklarla ‘high
end’ denilen markalara ulaşıyor ve onları öyle ballandıra ballandıra
anlatıyorlar ki; sen de de ‘hemen almalıyım’ algısı oluşuyor. İçlerinde tabii
ki severek, içtenlikle yapanlar var. Benim de görüşlerini önemsediğim isimler var. Ama şu bir gerçek ki çok küçük yaşta, kaynaklara ulaşımı sınırlı
olan birçok genç kızın özenmesine ve ulaşamadıklarında mutsuz olmalarına sebep
oluyorlar. Faydaları da yok değil tabii
benim gibi rimel bile sürmeyi bilmeyen birine makyaj yapmayı öğretmeleri gibi..
Her şey kararında güzel tabii ki, ben demiyorum ki herkes
bağımlı, bu sosyal medyayı doğru düzgün kullanan kimse yok! Ama bağımlı olmak
sadece çok paylaşım demek değil, eğer elinizden telefon düşmüyorsa, günde yarım
saatten fazla zamanınızı alıyorsa, telefonunuzun şarjı bir günde hatta günde
iki kez üç kez bitiyorsa, internet paketiniz dayanmıyorsa bu işte bir yanlışlık
var demektir. Hepsini yaşadığım için söylüyorum. Çok paylaşım yapmıyor olmanız takip etmediğiniz, saatlerinizi harcamadığınız
anlamına gelmiyor.
Ben hayatımdaki en büyük taşı kaldırıp attım, en büyük bağımlılığımdan
kurtulduğuma inanıyorum ve gerçekten çok mutluyum. Çünkü tüm anlarım bana
kaldı. Her anın tadını çıkarıyorum, fotoğraflarımı anı olsun diye çekiyorum. Tabii
ki sosyal medyaya tükaka demiyorum. 21. Yüzyılda, iletişim çağında sosyal medyanın
ülkelerin halklarına, toplumlara sunduğu yararı görmezden gelemem kesinlikle. Ama
kararında ve yararlı kullanamıyorsan biraz uzak kalmanda fayda var diyorum
sadece. Ben kendime karşı dürüst oldum ve “sen bu işi beceremiyorsun Buse,
suyunu çıkartıyorsun.” diyebildim. Belki ileride bu konuda olgunlaştığımı
hissedersem, yine sosyal medyada var olabilirim tabii ki kararında, olması
gerektiği kadar. Ama şu anda yokluğu ile hayatımda açılan boşluk, bambaşka güzelliklerle
dolmaya başladı, o yüzden şimdilik hiç öyle bir düşüncem yok. Size de bu konuda
naçizane tavsiyem, kendinize dürüst olmanız. Gerçekten hayata bakışınızı,
hayatı algılayışınızı etkiliyor mu? Sizin vaktinizi alırken, sahip
olmadıklarınızı, sahip olmak zorunda da olmadıklarınızı gözünüze gözünüze sokup
sizi mutsuz ediyor mu, ya da efsunlanmış gibi davranmanıza neden oluyor mu? Gerçeklik
algınızı sarsıyor mu? Bu sorulara içtenlikle cevap verebilirseniz, benim gibi
köktenci bir anlayışla hareket etmeseniz bile bakışınızın değişeceğinden
eminim. Hayat anlardan oluşuyor ve o anlar yanınızda kanlı canlı, ellerini
tutabildiğiniz, gözlerine bakabildiğiniz sevdiklerinizle paylaşıldığında güzel.
Sosyal medya diyetim ile ilgili anlatabileceğim milyon tane
detay var ama bu benim deneyimimdi, bu kadarı ne anlatmak istediğimi anlamanızda
yardımcı olmuştur diye düşünüyorum. Bu yüzden kendi deneyimlerinizi yaşamanızı
ve sonuçlarını kendiniz görmenizi çok isterim.
Bu başlık için son olarak “daha az sosyal medya, daha az
sanal dünya, daha çok anı, daha çok keyif” diyorum!
Hayatı sadeleştirmek tek bir yazıda anlatılacak bir konu asla
değil, buradan bile aslında ne kadar tüketime battığımızı görebiliriz. Yaptıklarımızı
anlatmak için bile milyonlarca sözcük tüketmek zorundayız. Bu yüzden kendi
sürecimi belli başlıklar altında toplayıp bir yazı dizisi hazırlamaya karar
verdim. İlk yazım da, giriş ve sosyal medya kısmıydı ki daha önce belirttiğim
gibi sosyal medya benim hayatımda en çok yer kaplayan şeydi, dolayısıyla benim
maceramın ana kahramanlarından da biriydi. Bir sonraki yazıda daha tüketime
yönelik alışkanlıklarıma minimalizmi nasıl uyguladığımı paylaşacağım. Gardırop ve
kıyafetleri sadeleştirmek üzerine deneyimlerimi aktaracağım.
Kendini bir süredir sosyal medya ile var etmiş biri olarak (
ne dediğimin farkındayım, hoş bir şey değil ama gerçek bu, yeni gördüğüm acı
gerçeğim )
uzak kaldığım süre bana çok iyi geldi. Artık daha keyifli, daha rahat biri
olmaya başladım.
Size şunu
söyleyebilirim; minimalizmin beni
kendine çeken yanı; hayatın tüm ambalajlarından arınmış, arı halini vadediyor olmasıydı.
Bana, nasıl görünürsem insanların beni beğeneceğini
değil, benim aslında nasıl olmak istediğimi bulmama yardımcı olmasıydı.
Bir sonraki postta görüşmek üzere, umarım dikkatinizi çeken,
sizde farkındalık yaratan bir dizi olur.
Sevgiyle kalın.
Busi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder